17 AĞUSTOS DEPREMİ YILDÖNÜMÜNDE TBMM BAŞKANVEKİLİ GÜLİZAR BİÇER KARACA: CANIMIZ KAĞITTAN KULELERE EMANET
KIRMIZI KOD TANIMLAMASI YAPILMALI 17 Ağustos’un 24. yıldönümündeyiz. O günden bugüne depreminin çoklu etkilerini yaşıyoruz. Deprem; doğaya karşı toplumların, iktidarların, uygulamaların çatışması; mücadelesi... Bu mücadelenin sonucu, geleceği çetin biçimde etkileyecek. Deprem konuşmak geleceğin felaketlerinden kesitler sunmanın ötesinde, ülkemizin içine düştüğü, dönüşü olmayan, hali hazırda yaşamaya başladığımız bir yolculuktur. Hiç şüphe yok ki kendi yarattığımız yıkımı, yaşamaya başlamış bulunuyoruz. Depremler artık sürpriz olmaktan çıktı; doğanın tüm canlılarının üzerinde varlığını hissettiriyor, gösteriyor. Çarpan etkisi yaratarak büyüyen bir süreçteyiz. Ülkemiz için “kırmızı kod" tanımlamasının yapılması gerekiyor. 
KAMUSAL HİZMETLER VE ALTYAPI KRİZİ Domino taşları gibi bir devrilmenin gerçekleşeceği, hatta gerçekleşmeye başladığı alenen ortada… Bu, hayal bile edemeyeceğimiz kadar vahim bir tablo… Ülkemizde son dönemlerde yaşadığımız depremler de bunlara kanıt niteliğindedir. Bir depremin üzerine gelen, o gün konulan hedeflerden uzaklaşan iktidarların doğayı yeterince ciddiye almadığını Van’da, Elazığ’da, İzmir’de ve son olarak Maraş’ta gördük. Doğa bunu felaketler kaynağı olduğu için yaşatmıyor. Verili düzen yıkımı kendi eliyle getiriyor. Bu süreç felaketlerle, depremle insanların başa çıkmasını sağlayabilecek kamusal hizmetleri, kamusal alt yapıları da büyük oranda ortadan kaldırıyor.
BU FELAKET DEĞİL YOKOLUŞ Özellikle son on yılda yapılan yanlışlar, doğayı kapsamlı bir biçimde metalaştırma bize ağır sonuçlarla geri dönüyor. Eleştirilere kulaklar tıkanıyor, bilim insanları ciddiye alınmıyor. Çılgın projelere devam ediliyor. Betonlaştırma hız kesmeden sürüyor. Etkili politikalar gerçekleştirilmiyor. Atıldığı iddia edilen adımlar ne yazık ki kağıtlarda kalıyor, uygulanmaya konmuyor. Ülkemiz kaçışı olmayan bir krizin tam ortasında. İnanılmaz bir yok oluşa tanık olduğumuz, büyük kayıplar yaşadığımız günlere tanıklık ettik, ediyoruz. 
YIKIM, YIKIMI DOĞURUYOR Ülkemizin neredeyse bir köşesi yıkıldı. Binlerce canımız hayatını kaybetti. Bu yok oluşu biz sadece bir deprem felaketi olarak göremeyiz. Tanıklık ettiğimiz şey bir biçimde insanın kendi yaşamsal sisteminin, varlığının yok oluşuna işaret ediyor. Yaşam alanı, geçim kaynağı ortadan kalkan insanlar için de bu kriz başka krizlere sebep oluyor. Geçim kaynağını kaybeden insan, yaşam biçimini, yaşadığı yeri değiştirmek zorunda kalabiliyor. Depremle karşı karşıya kalan insan, bir depremin yarattığı sorunlar karşısında, acı içinde başka yıkımlar da yaşıyor.
FELAKETLERİ “FIRSAT” GÖREN ANLAYIŞIN YARATTIĞI SİSTEM KRİZİ Burada bir iktidar tercihi ile karşı karşıya da kalıyoruz. Temel mesele bir “yönetememe” hali değil. Yönetim anlayışının bu olduğu ortaya çıkıyor. Bu da krizleri, felaketleri imkan olarak gören bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini yüzümüze vuruyor. Mesele sadece deprem krizi olarak düşünülmemeli, bu komple bir sistem krizi, yaşamsal bir kriz. Deprem eylemsizliği uygulamada devam ederken, kağıtlar üzerinde uyum süreçleri belirleniyor. Canımız kağıttan kulelere emanet. 
SEYİRCİ OLMAKTAN ÇIKMALIYIZ Her şey “yolundaymış” gibi davranamayız; ama her şeyin yoluna girmesi için uğraşabiliriz. Seyirci olmaktan çıkıp, depremi ciddiye almalıyız. İçinde bulunduğumuz sistemin sürekli olarak felaket yaratan bir yıkım tarzında da işlediğini görmeliyiz. Bunun karşısında mücadele ederken hakiki bir plana ihtiyacımız var. Gelecek için somut bir sonuç çıkarmalı; somut, gerçekçi adımlar atılmalıyız.
ŞİMDİ DEĞİLSE NE ZAMAN? 
17 Ağustos’un yıldönümünde son yaşadığımız depremler bir kez daha sorduruyor: 
Şimdi değilse, ne zaman?